
sakallarımı yolmaktan kurtulamadım. yoluna koymam gereken şeyleri koyamadım. fakat her an koyabilirmişim gibi. yazı tarzımı değiştiremedim. ancak değiştirebilmem her an mümkün gibi.
bir buçuk yıl kadar önce, kendime dair duyduğum bütün sorunların aslı astarı nedir, az buçuk keşfettim. yazdığım yazılardan ne kadar yalan söylersem o kadar takdir edildiğimi düşündürtecek sonuçlar elde ettim.
samimiyet nerede başlıyor, dürüstlük nerede; sahiden kendimden tiksiniyorum.
beynimin sonuna gelmiş gibiyim. öfke duymuyorum. rekabet ve öfke duyguları, şu sıralar üzerinde hakimiyet kurmaya çalıştığım bir sezgiye göre, kişinin huzurunu elinden
alıyor. yaşama huzuru değil, dünyadan kurtulma huzuru. yaşamın gerçek olmadığına olan inancım daha da arttı. bunu özellikle, yaşamı savunan insanların gözlerinde daha kolay
okuyabilir oldum. tüm bu dediklerimde, hiçbir üstünlük sergilemeye çalışmadığımı sadece keşfettiklerimi aktardığımı özellikle vurgulamalıyım. bu bir günlük. bir gece
günlüğü.
geceyi bekliyorum. iki kişiliğim var. temelde iki ama derine inildiğinde çoğalıyorlar. temelde iki. gündüz artık hemen hemen bitkisel bir donukluk yaşıyorum. hareket
etme isteği çok az. varolma hissine dair her şeyin küçültücü ve gerçek olamayacak kadar tamamlanmış geldiği bir periyot. bir mutsuzluktan, sürekli bir mutsuzluktan
farklılaşıyor bu durum. donukluk da değil. nefret değil. öfke, kendini haklı hissetmekten doğan bir ‘adaleti sağlama’ istenci değil. bir yerinden bir şeylere ayak
uydurabilmeye dair bir ümit duymak değil. unutulması güç olan şeyler sanırım unutuldu. bir acı duymuyorum artık buna dair. çünkü hiçbir şey hatırlamıyorum. yani, hissin
vuruculuğuna, anların değerli oluşuna dair birçok şeyi unuttum. ne kadar gülünç öyle değil mi? şu an, bir şeyden bahsediyorum ama aslında andığım şeyin bir hacmi yok. çoktan çürüdü.
nedir bu?
geceyi bekliyorum, gündüz çarpıcı bir ışık yumağı. güncel teknolojilere dair haberleri okuyup gelecekten korkuyorum. cronenberg filmlerini hatırlıyorum. o filmlerde,
yönetmenin ilk dönem filmlerinde teknolojik olan tiksintiyle anılıyordu. teknolojik gelişimi sürekli tiksintiyle anışım, ilk defa bu filmleri beleşlediğim dönemlerde
zihnime iyice oturmuş olmalı. geleceğe dair umut duyan bir insanın varlığına gerçekten tahammül edemiyorum. bugün arkadaşım dedi ki: ‘’dünyadaki felaketlerden bu tip kimseler sorumlu daha çok.
insanlığın başına ne gibi bir bela açacaklarını, duydukları heyecanların tazelikleri yüzünden farkedemiyorlar’’
gündüzün sadece geçip gitmesini, geceyi bekliyorum. ballard ismine odaklanıyorum biraz. ortaçağ düşlerine, aptallar şenliğine, sapkın fantezilere, birkaç saat süren
müzik dinleme ritüellerine kapılıyorum. geçmişteki arkadaşlarımı uzaktan seyretmek çok gülünç. onların değişimlerini görmek yani. ince ince kıyılıyorlar. beyinleri,
bir zaman önce reddettikleri şeyin, mezbahasında, ince ince kıyılıyor. feryat figan, önceden reddettikleri şeyleri artık kabul ediyorlar. çaresizler. ben de öyleyim. müthiş bir
çaresizlik duyuyorum ama bu kişisel zayıflığımdan kaynaklanmıyor. varoluşçuluktan, anarşist ütopyaların tutmazlığından, kendim olamamaktan vesaireden kaynaklanmıyor. travmalardan,
ıvırdan zıvırdan kaynaklanmıyor. hayatı yanlış yerinden algılamaktan, gereken yerde en uygun cevabı verecek cesareti göstermemekten filan kaynaklanmıyor. benden, benim
irade veya iradesizliğimden kaynaklanmıyor. zayıflığım, hislerimden kaynaklanıyor. hislerimin aşırılaştığı her vakit, kendime olan tahammülüm azalıyor.
kıl oluyorum, tüm bu hissel fazlalığı bir serotonin oyununa indirgeyenlere. sanki, serotoninle takviye edilen bu süreğen mutsuzluk sonra, tekrar eski pörsük kalıbına
geri dönmeye mahkum değilmiş gibi. mutsuzsam bir sebebi vardır. bir şeyler ağırıma gidiyordur. gurur vesaire hiç değil. neyi ciddiye alacak da gururlanacak kadar
önemseyeceğim. bir savaşım, tepkim, isyanım, şikayetim yok benim. düşmanlık ve rekabetin, yapılacak bir şeyi kıskançlığa endekslemenin insan gelişimine bir katkısı yok
yani insanların genel algısındaki insan gelişimine çok katkısı var ama benim olmayan gezegenimin insanının gelişimine hiçbir katkısı yok.
bir insan mutsuzsa bir sebebi vardır. fakat öyleyse, mutluysa da bir sebebi yok mudur? mutluluğu neden kabul edemiyorum. çünkü ölümsüzlük ütopyalarından çok korkuyorum.
ölümsüzlük, mutsuzluğu son sınırına kadar uzatma ısrarından doğan bir ütopya olsa gerek. hiç mutsuz kalmak istemeyen birinin inatçı düşü olsa gerek ölümsüzlük. bu kişi,
rüya ve kabuslardan da kurtulmak istiyor olabilir. ne kadar sıkıcı. sürekli bir tatil. asıl çıldırtıcı bu olurdu. emeğe gerek kalmaması. bütün dünya nesnelerinin zihnin
hizmetine amade bir basitlik içinde kaynaşması. iğrenç. bazıları bunun düşünü kuruyor. bu kabus besbelli. güvenli geleceklere dair kurulan fütürist senaryolar, muhtemelen
kıyametimizi hızlandıracak. işime gelir. yine son zamanlarda antinatalizme bakıyorum biraz biraz.
hep talihsizler düşmüş bu çukura. antinatalizm doğum karşıtlığı demek, bu karşıtlığı sistemleştirmeye çalışan post modern dönemde yani yakınlarda çıkmış bir felsefe sanırım.
çok detayına girmedim ama sanırım, yaşam; verdiği tüm acılara karşılık sunduğu küçücük zevklere bakılırsa pek kârlı bir yolculuk değil, diyor ve bir öneride bulunuyor;
‘’bu kötülüğü daha fazla çoğaltmayın’’ yani ‘’çoğalmayın, üremeyin!’’ diyor kendileri. bu tür felsefeler hep çilecilik kıyısında durduğu için bana garip gelmiştir yani
takdir edersiniz ki pesimistler ve antinatalistler de mastürbasyon yapıyorlar ve becerebilirlerse sevişiyorlar, azgınlık yaşayabiliyor, dışarı açamadıkları zevklere sahip olabiliyorlar. tek fark, dölü rahme düşürmemekte. bu bir iradeyse, bravo onlara.
ama takdir etmeli, insan doğurmamak, mahalle baskısına yenik düşmemek. belli bir yaşa gelinince o kasıklarda dolaşan ateşin hararetli çağrısına bir biçimde uymayı bir şekilde
reddetmiş olmaya çıkartmak işi. şayet birkaç kişi düzeyinde değil de büyük gruplar halinde gerçekleştirilebilirse, epey mantıklı bir kitlesel yokoluşu önceleyebilir.
fakat antinatalizmin bir motivasyon eksikliği var. dünya nüfusuna dair bir yığın istatistik çıkarılıyor ama milyarlar olduğumuz ortada, azalmalar ve çoğalmalar çok cüzi
miktarları ifade ediyor. yaptığımız çoğu şeyi, bir hedoni sağlamak tutkusuyla yapıyoruz. yani size mutluluk veren şeyler üzerine düşünün, hatta size kendinizi güvende
hissettiren olay veya kişiler üzerine düşünün. bunlar üzerine düşünülebilir olduklarında zaten yavaş yavaş tılsımlarını yitiriyor. bize belli bir sevgi ve hedoni çemberi
sağlayan bu can simitleri, aslında tür devamlılığını sağlayan birer hedoni çukuru. yani sevgi aslında iğrenç bir şey. dahası, insanların yaşamasını savunmak da. insanın ölmesi veya
öldürülmesi üzerine mantıklı bir felsefe geliştirmenin, gayri ahlaki bulunması bana hep tiksinç gelmiştir. ‘’ne olursa olsun yaşam’’ sloganından, ‘’birileri toprağın altında sen hala çene çalıyorsun’’
gibi intihar meyilli duyguları ahlakileştirenlerden çekinmişimdir oldum olası. herkes kendisinden sorumlu, beni kimsenin acısı ‘derinde’ ilgilendirmez, ben kimseye ‘derinde’ yardım edemem. bunu
birine aşık olduğum yanılgısını ‘derinden’ keşfettiğim an, korkunç bir yüzleşmeyle farketmek zorunda kaldım. kimse kimseye deva olamazdı ve bu pesimist, edebi bir laf oyunu, zorlama bir filozofi filan
değildi. aptalların şenliğinde mutluluk, hedoniyi ve üremeyi besleyen bir dünya cehennemi çukuruydu.
bir düşünün. işi gücü bırakın, birazcık, içinizde oluşacak korkuları hafife alarak, zihninizde rahatsızlık ve koyu duygular
uyandıracak ihtimalleri tebessümle karşılayarak, kendinizi umursamayarak birazcık düşünüverin canım. varlığınızı ötekine aktarsanız ne olur, aktarmasanız ne. aile kurumu
ortadan kalkıyor, insanlar daha bireysel ve hedonistik yaşamlar sürüyor dense de, insanlık olarak çiftleşmeye devam ediyoruz ki nüfusumuzu hala koruyabiliyoruz. yani
en büyük motivasyonumuz hala cinsellik olmalı ki sen ben varız ve yaşıyoruz. oysa, süt kokarak doğmuştuk. tamam, o da belki idrardan bozma, belki kanlı bir kokuya sahip ancak
fena da kokmuyor. süt temizdir diyelim. yani doğduğumuzdaki o ablaklığı düşün, o saf bönlüğü. evet çok şımarığız, evet her arzu ettiğimizi haris bir biçimde elde edebileceğimize
dair iğrenç bir cehaletimiz var o dönemler ama safız. fakat zamanla olayı anlıyoruz. anlamaya mecburuz. bazılarımızın çocukluğu zaten perperişan geçiyor, bir gecede
saç ağartacak cinsten koyu çocukluklar geçirenlerimiz var aramızda. mutsuzluğun bir sebebi vardır. sonra işte. sonra, zamanla, olayı kavrıyoruz ve kötülükle dolup boşalmaya başlıyoruz.
hayatı kovalamaya dair içimizde bir türlü engel olamadığımız itkimiz, bizim doğuşumuzda nispeten saf olan varlığımızı kirletiyor. aramızda iyi bir insan yok. bunu anlatması güç.
muhakkak kibrine ve algısına yenik düşüp, bunu demekle, onun zekasına karşı kendi zekamı üstün tutmaya çalıştığıma benzer çeşitli hezeyanlara kapılacaklar olacaktır ancak bu,
düşüncede toyluktur. ben, kimseye karşı üstünlük ilan edecek konumda değilim. devam edelim. içimiz kötülükle doluyor dedik, öyle değil mi. ülkeden ülkeye
kültürden kültüre değişip dönüşen ahlaki hile hurdalar, bir yığın engelle karşılaşa karşılaşa hırpalanıp çocuklukta daha yüksek olan erdemsel becerilerimizi kaybediyoruz.

çocukluk bir açıdan yine çok güzel. daha şeytani tavırlara sahibiz küçükken yani bence daha sapkınız. rahatız, salmışız. sonra ne olur diye pek düşünmüyoruz. otorite
figürü ne kadar aktif olursa olsun, travmalar ne kadar güçlü olursa olsun, çocuğun ham beyni, bir yetişkinin falakaya yatırılmış, toplumca kabul ve uygun görülmüş şeylerin
nasırlı tokatlarında kimliğini yitirme noktasına gelmiş konsantre zihninden bence daha özgür. salaklıkta bir özgürlük var gibi duruyor.
bir örme hapishanedeyiz desek abartmış sayılmayız. öldürmenin suç olması, bunun toplumların ve ahlaki yasaların tekelinde kötülükle anılması büyük defekt. ben işin eylem kısmına, kriminolojisine karışmıyorum, orası hukukun tartışma alanı. ben işin düşünce kısmındayım. ölümün ve cinayetin kötü bir şey olarak anılması, yine türümüzün devamlılığını koruyan, kanımca
insan neslinin içinde biriktirdiği sebepsiz üreme misyonunu sürdürmeyi önceleyen bir handikaptır. çok zordur benim dediğimi kabullenmek. belki onlarca yıl üzerine düşünmek,
bir yığın ahlaksal suçluluğun, vicdani gerilimin hendeğinde tir tir titremek ama sonunda tüm bunların beyhude olduğunu anlamak gerekir. kendi düşüncemi dayatmak gibi bir
niyetim de yok. bazılarının anlamamakta direttiği nokta bu, ben yalnızca bir yüzünden bakma becerisine sahibim olayların, keşke olası tüm yüzlerin esrarlarına hakim olabilsem.
hayata biraz kehanet ve sihir katmak istiyorum. ona biraz kutsallık dahil etmek istiyorum. dünya kanımca çığrından çıktı. yani derece derece kötüye gidiyor bence yaşam,
her yeni dönem bir öncekinden daha kötü. kötülüğün ahlaksal sorgulamasını tarih üzerinden yapamayız. bunu anlamak için zamanların ruhunu kavramamız gerekmektedir bence.
bunu yapmak için de içimizi, henüz doğmuş gibi taze ve temiz tutmamız gerekir. sezgileri küçümsememeli. mantıkla, kehanete kayan yönü elenmemiş saf düşünce sezgidir.
biraz iyi şiir yazan insanlara, meczupluklarında zorba olmayan kimselere kulak vermeli. teknokratlar ve akademisyenlerce kuşatıldı dünyamız. akademisyenlere çok üzülüyorum,
enformatik bir kabusun içinde yaşıyorlar. o kadar fazla veriye maruz kalıyor ve yaşamla o kadar kirleniyorlar ki, içerisinde oldukları eksikliğin de farkına varamıyorlar.
dünya liberalize oldu iyice. bu iyi mi kötü mü bilmiyorum. bir yanılgımız da şu, özgür düşünmeye yatkınlık gösterdiğimizi zanneden bizim gibi kişilerin. muhalefeti siyaset
üzerinden sağlanabilir bir şey zannediyoruz, yaşamın kötücüllüğünün dile ve eyleme sığmaz derecede şiddetli olduğunu kabul etmek istemiyoruz, onu irademizle, güncel siyaset
üzerinden filan halledebileceğimizi zannediyoruz. siyaset özelinde, dostumuz sandığımız grupların en az düşmanlarımız sandığımız gruplar kadar çiğ bir motivasyonla hareket
ettiğini bilirsek, güncel siyasetin tiksinti verici doğasını kendimizden daha uzakta tutmayı başarabiliriz. bönlüğün liberalize kutsal dünyası, gayri ironik olarak, bütün
fetüsleri ele geçirdi. robotik yeni dünya ufukta bekliyor. bu bir paranoya değil. kötüydü. her şey daha kötü olacak. bu zor gecede sığınıyorum, beni kendine çeken, çok
da tariflemeye çalışmayacağım o şeye. sana sığınıyorum. ruhuma acı veren tüm bu kötülükten beni ve yaşamı kurtar!