Hep bunu düşünüyorum. Zorlamadan, kendiliğinden düşündürüyor beni. Sanıyorum bu, sanatla falan değil doğruca yaşamanın kendisiyle ilgili. Düşünün, on yıl önce bir şiir yazmışsınız; bazı evrimler, gelişmeler geçirmişsiniz ama bugün de aşağı yukarı o eski yapıda, eski durumda başka şiirler yazıyorsunuz. Dünyada ve zaman içinde durduğunuz yer değişmemiş yani. Yahut eteğinizi bir yere çakmışsanız, siz yürüyorsunuz sözüm ona, ama ardınızdan bir iplik uzuyor. Sizi o çakıldığınız yere bağlıyor. Diyorum ki insan, nerede ise orada olmalıdır. Hiçbir dükkânda, hiçbir otelde, hiçbir komşuda bir şeyinizi unutmayınız. Bağlarınızı koparın. Derli toplu, hemen gitmeye hazır, köksüz.
Bir de şu var. Çok değil, on yıl önce, yeni diye, güzel diye sevip baş tacı ettiğimiz şiirlerin, bir deneyin, bugün kaçını sevebileceksiniz. Onlar güçsüz şiirler miydi de bugüne kalamadılar. Sanmam. Günlerinde sevilip sayıldıklarına göre iyi şiirlermiş, yeni şiirlermiş. Şiiri eskiten, kendi yapısındaki öğelerdir. Yahut şiirin bazı gerekleridir. Montaigne, “Beni Paris için en çok korkutan Paris’tir” diyor. Şiir için de öyle. Şiir, günlük olmak zorundadır. Gününde olmalıdır. Daha ileri gideceğim, inanır mısınız, bazen bir şiir yazıyorum, hemen yayınlamazsam, aradan bir iki ay geçerse yayımlamak gelmiyor içimden. Hiç değilse benim için eskimiş sayıyorum. Şiiri sadaka gibi düşünüyorum. Zamanında verilmelidir korkusu, kaybolmak korkusu.
Öbürünün bir de macera tarafı var. Orası da çekici. Durmadan yeni uyumlar, yeni alanlar keşfetmek. Uzun zaman romanın, hikâyenin tekelinde kalmış birtakım beşerî davranışları şiire sokmaya çabalamak. Hep yanılmak korkusu, kaybolmak korkusu.
Bilhassa insanla ilgili kalmaya çalışmak, bizi ister istemez uyanık durmaya, değişen çağ ve uygarlık karşısında insanı türlü yönleriyle kavrayabilmek endişesi, insanla uygarlıkla birlikte değişmeye, hiç değilse değişmeye hazırlıklı olmaya zorunlu tutuyor. Bu arada dile alışılmadık mısra yapıları getirmek –benzetmek uygunsa- kulağı arkadan göstermenin de güzel olabileceğini sanmak. Artık kolayca yenileyemeyeceğimiz, eskimiş yaşamımızda yerlerine alıştığımız kelimelere hiç olmazsa yeni düzenler, yeni özler içinde yeni ifade imkânları vermek. Okuyana bildiği kelimeyi birden yadırgatmak daha doğrusu. Kelimeleri tedirgin etmek. Örneğin duvar sözünü on yıl, yirmi yıl, elli yıl sonra başka bir anlamda yeniden bulmak, sevmek. Ama bunun sonucu bir çıkmaza varamaz mı? Elbet varabilir. Şu kadar diyeceğim: güçlü kişilerin bu işin üstesinden geldiği tellim görülmüştür. Bir yığın örnek var. Başaramayan, tuttuğu yolun sapıklığından değil, güçsüzlüğünden başaramamıştır. Yazmazsa kimseler bir şey kaybetmiş olmaz.