Spinoza, Negri’nin ifade ettiği gibi çağının bir anomalisi.
Zorluklarla dolu, kısa bir yaşamı olmuş, aforoz edilmiş, hoşgörüsüzlüğün
ne olduğunu anlatabilmek için, bir saldırıda hançerle yırtılan
paltosunu hep yanında taşımış. Yaşamı çeşitli kaynaklardan okunabilir
ama onu anlamak için şu anekdotu bilmek gerek.
Biyografisinin yazarı düşünür Tschirnhaus anlatıyor: “Spinoza’yı bir
gün örümcek ağlarına sinekler atıp, nasıl hayatları için ölümüne
mücadele ettiklerini seyrederek çocuk gibi kahkahalarla gülerken
yakaladım.” Bu anekdot, Spinoza adlı, 17. yüzyılın “dönek Yahudi”,
“lanetli” filozofunun portresinin ana çizgilerini gözlerimiz önünde
kurmaktadır: Hayat, her şeyin varlığını sürdürmek için belirsizce ve
sonsuzca harcanan bir çabanın (conatus adını verir bu çabaya)
süregidişidir. Yani sonsuzca bir akış. Tschirnhaus’un bahsettiği
çocukluğu bu düşünürün inanılmaz güçteki düşüncesinin temel unsuru
haline getiren işte bu özelliği, yani doğada mutlak bir masumiyeti
varsaymasıydı. Bize belki bir “zalimlik” belirtisi olarak görünebilecek
bu anekdot, Ethica yazarının asırlar öncesinden bize gönderdiği bir
mesajdır aslında: Yaşam hiç bir surette “iyilik” ve “kötülük”
terimleriyle sorgulanamaz. Yaşamın özü, amaçsızca ve belirsizce
süregitmesidir.
Aynı anekdot, Ethica’ya ikinci bir anahtar sunar: Hayat, kaçınılmaz
bir mücadele, bir kavga, zorunlu ve cebri bir akıştır. Bu akış üzerinde
Tanrılar bile birbirlerini yemektedirler. Biz, sapına kadar “doğanın
içindeki” varlıklar olarak, bu cehennemi akışa mahkûm görünüyoruz.
Fikirler
Spinoza hiçbir zaman şu soruyu sormaksızın herhangi bir düşünce
üretmemiştir: Peki bunlarla ne yapacağız? Felsefesi derinden derine
pratiktir, bütün örnekler günlük hayata dairdir. Fikirler bizde olurlar
ve birbirlerini kovalayıp dururlar, elden hep kaçarlar. Ama her biri bir
“şey” de olduğu için, onların “yetkinliğinden”, Spinoza’nın deyişiyle
“varoluş gücünden” de bahsetmeliyiz. Bu mesele Spinoza felsefesinin
anahtarıdır. Sonlu bir varlığa dair bir fikir olarak “örümcek” fikri,
sonsuz bir varlığın fikri olarak “Tanrı” fikrinden sonsuzca daha az
yetkindir, varolma ve etkileme kudreti sonsuzca daha azdır. Yani,
fikirlerin birbirlerinden farklı kuvvetlere sahip olduklarını
anlarsanız, Spinozacısınız demektir.
Ruhun dalganışları
Bizde yalnızca fikirler birbirlerini kovalamakla kalmazlar; aynı
zamanda bu fikirlerin her birine tekabül eden, onlar tarafından
belirlenen “ruh halleri” de uyanır. Sokakta yürürken hiç sevmediğim
Ahmet ile karşılaştım. Bende elbette onu temsil eden bir “Ahmet fikri”
oluştu. Ama yalnızca bununla kalmıyor hiçbir şey. Kötü bir duygu, ya da
izlenim, Ahmet ile karşılaşmak beni mutsuzlaştırdı. Sonra pek sevdiğim
birisiyle, Mehmet ile karşılaşıyorum, seviniyorum. Demek ki, fikirler
yalnızca farklı kuvvetlere sahip olmakla kalmıyorlar, aynı zamanda,
Spinoza’nın deyişiyle “belirledikleri” “duygulanışlar” da sürekli bir
değişim hali yaratıyor. Bu evrensel insanlık durumunu Spinoza
“fluctuatio animi”, ruhun dalgalanışları terimiyle ifade ediyor.
Şeftali severim. Ağzımın suyu akar. Ama “şeftali” fikrinin bende
önceden bulunması gerekir. Sokakta eski sevgilimle karşılaşmak beni
üzer. Ama önce onunla bir sevgili hayatı yaşamış olmam ve bu hayatın bir
dramla sona ermiş olması gerekir.
Tanrı ne işe yarar
Spinoza’nın insanın kanını donduracak sorusu: Tanrı ne işe yarar?
Spinoza, tıpkı bir Rönesans ressamının yaptığı gibi, hep ilahiyattan,
tanrısallıktan ve dinsel-metafizik temalardan bahsedip durur. Ama ne
kadar bahsederse, o kadar fazla “tanrıtanımazlıkla” suçlanmış olması
bize onun felsefesinin anahtarlarından birini kazandıracaktır. Artık
Tanrı ne dinsel ya da ahlaki sorumluluğun hesap sorucu mercii olarak
Tanrıdır, ne de genel olarak filozofların, özel olarak da Descartes gibi
düşünürlerin “felsefi” tanrısıdır. Spinoza’da Tanrı’nın “pratik
kullanımı” şöyledir: Yaradan olarak dünyanın dışında olmayan,
ezeli-ebedi bir sonsuzluğun, yani sonsuzca sıfatlanmış tözün ifadesi
olarak Tanrı. Tanrı varsayılan bir varlık değildir; uygulamaya konulan
bir varlıktır. Sonsuzun varlık tarzı.
Spinoza’yı ilk “modern” filozof olarak algılamak yanlış olabilir,
buna karşın onu ilk “laik filozof” diye tanımlayabiliriz: Bahsettiği
Tanrı ne uhrevi dinlerin Tanrısıdır, ne de sanıldığı gibi, Descartes
gibilerine daha uygun düşen “felsefi Tanrı”.
Tanrı bir “inanç” ilkesine değil, “bilinebilirlik” ilkesine bağlıdır.
Kısacası o inanılacak bir merci değil, bilinecek bir varoluştur.
Spinoza, yalnız ve yalnız bu açıdan “tanrıtanımaz”dır.-
Aşk
Psikanalist Jacques Lacan “aşkın yüce anından” bahsetmişti (le moment
sublime de l’amour). Bu yüce an “aşkın iade edildiği” andır.
Basitleştirirsek, birini seviyorsam karşılığında onun da beni sevmesini
isterim. Ve sevgi iade edildiğinde “dünyalar benim olur.”
Spinoza bu karşılıklılık ilkesini, yine duygular ve tutkular üstüne
tartışmasının merkezine alıyor gibi. Ama bambaşka bir biçimde ve
duyguları (üstelik en tehlikeli görünen aşk duygusunu bile)
tanımlamaktan asla çekinmeyerek bir önerme atıyor: “Sevdiği birinin
kendisinden nefret ediyor olduğunu kavrayan bir kimse nefret ile sevgi
arasında beynamaz kalır. Çünkü bir nefretin hedefi olduğunu düşündükçe,
karşılığında düşmanından nefret etmeye yönlendirilmiştir; ancak
varsayımımız icabı, onu yine de seviyordur. Dolayısıyla bu kişi sevgiyle
nefret arasında gidip gelecektir. Göstermek istediğimiz de zaten
buydu.”
Bir başka önermesi şöyle: “Eğer biri başka biri tarafından
sevildiğini düşünürse ve böyle bir sevgi için ona hiçbir neden sunmuş
olduğuna inanmıyorsa, onu zorunlu olarak sevecektir
Spinoza asla birisi benden nefret ediyor, o halde ben de ondan nefret
etmeye başlıyorum, biri beni seviyor, o halde ben de onu sevmeye
başlıyorum demiyor. Bütün söylediği, birinin benden nefret ettiğine
inandığımda bende zaten uyanmış olan kederin nedenini kendimde
bulamazsam benden nefret ettiğini sandığım kişide bulacağımdır. Aynı
şekilde, beni sevdiğine inandığım birinin bende uyandırdığı hazzın
nedenini kendimde bulamazsam; zengin değilim, ona bir iyiliğim
dokunmadı, güzel, yakışıklı filan bile değilim vesaire, onda bulacağım
demektir bu.
Spinoza’ya göre bütün duygular üç temel duyguya indirgenebilirler ve
onların kombinasyonlarından ibarettirler. Varolma ve eyleme gücüm
(arzu), bu gücün artışı (sevinç) ve azalışı (keder). Bu son derecede
bedensel bir durumdur, çünkü, Spinoza duygulanışların hem bedeni hem de
ruhu ifade ettiklerine inanıyordu. Ve bütün diğer duygular bu temel
duygulardan türetilebilirler:
Spinoza, üç yüz yıldan daha uzun bir süre önce, cinsel aşkı hangi
anlamda ciddiye alabileceğimizi bence Freud’dan bile daha kesin bir
şekilde ortaya koymuştu. Vücudun ve zihnin başka etkileşimlerine ket
vurmayan, aşırıya varmayan bir şefkat ilişkisi. Şefkati analığa, burjuva
aile değerlerine yükleyip yok eden bir dönem Spinoza felsefesini
unutturdu. Şimdi yeniden aramaya bu yüzden başlıyoruz.