limitsiz bir düzenin bu zamanında, günlerin o gününde, ovaların vadilerin ve göllerin, yalnızca benim yanımda, bütün ormanlara rağmen yere düşmüş kuru bir ağaç dalından neler öğrendiğimi anlatmak istiyorum.
dillerin en zenginine doğdum. yine de hiçbir kelimeyi anlamıyorum. bilmiyorum. korkuyorum. zamandan nefret ettiğini anlatan bir insana verebilecek bir cevap arıyorum. güzel olan bir şeylerden bahsetmek. çocukça bir şikayete, çocuk gibi cevapsız kalıyorum.
nefret ettiğin ‘zaman’ nereden geldiği belirsiz sakin bir rüzgara dönüşüp perçemini yalıyor baksana. başını hafifçe çevirip perçemini düzeltiyorsun.
dünyada olup biten ve çoğunlukla kaçırdığımız güzel anların hepsini görebilmeyi öğrendim. öğrenmek için pek bir şey yapmadım. bir yaprak yere düşerken üzerine yağmur damlasının çarptığını ilk gördüğümde, anneme seslenmek istedim. fakat yapacak işlerim vardı ve böylece yerin altından, karanlığın içinden geçip giden, insanları oradan oraya taşıyan bir taşıta binmek zorunda kaldım. gözleri yere kilitlenmiş, zamanında bir yerlerde olmak isteyen ve artık kol saati kullanmayan insanlarla birlikte; tıpkı onlardan biri gibi, ama aklımda sadece o yaprak varken.
temellerini atmadan yaşayanların kaybedecekleri olmaz; anlatacakları olur, sadece. anlatan insanları izledim. iki tane tuğlanın arasından kendini dışarı atmayı başarmış ve derin bir şaşkınlıkla etrafı izleyen bir papatyanın sesini duyan var mı? anlatılanların arasında bu da var mı.
‘’ben bir duvardan dışarı başımı her şeyin darmadağın olduğu bir dünyaya öylesine uzatmıyorum, sen bir akvaryumu dünya sanan balıklarla hiç karşılaştın mı? içindeyken öyle geliyor.’‘
dillerin en zengininin içinde, bütün bu kelimeler birleşip neyi anlatmaya çalışıyor? daha önce bir yerlere not ettiğim hiçbir cümlemi bulamıyorum. eğer onları bulan olursa, bir yerlerde anlamlı bir paragraf yazmış olabilirim.