Ölümcül Küçükler Üzerine
Terk edildiniz. Bundan binlerce sene evvel. Tam da en olmadık zamanda terk edildiniz. Çölü geçerken mesela. Yıldız ışığıyla aydınlanan kum taneleri üzerinde tek sıra oluşturmuş ilerlerken. Vıcık vıcık suratlarınız çilekeş tebessümlerinizle maskelenmiş, karanlık ruhlarınız iki yüzlü imanınızın büyüsüyle hafiflemişken, çıplak topuklarınıza bulaşan kemik tozlarından yayılan öykülerle minik minik zehirlenirken terk edildiniz. Puf! Korkutucu. Mevzunun farkına vardığınız an develerinizi durdurup bohçalarınızı yere sermiş olmalısınız. Birbirinize yaklaşıp çocukları ürkütmemek için fısır fısır konuşmuş, öfkelenmiş, hayal kırıklığına uğramış, yapayalnız hissetmiş olmalısınız. Orada, yıldızların altında, rüzgar ayak izlerinizi örter, sırtınızdan süzülen ter damlaları hastalıklı vücutlarınızı titretirken gözlerinizi kocaman kocaman açıp ufku taramış olmalısınız. Muhteşem manzara, öyle değil mi? Dizlerimin dibine bağdaş kurmuş kızıl saçlı kadının çıplak göğüslerine yıldız haritaları nakşederken sizi düşlüyorum. Ayak seslerinizi. Soluk alış verişlerinizi. Yüreklerinizi ele geçiren ürpertiyi ve tebrik ediyorum tüm benliğimle. Tebrik etmeli zira, size sunulan bütün o sınırsızlığa rağmen kaybolmayı becerebilmenizi.
Sayenizde buradayız. Varlık ile hiçlik arasındaki bu bulutun içine hapsolmuş durumdayız. Sırf yapacak daha iyi bir şey bulamadığınız, yeniden yola koyulmayı beceremediğiniz, kalplerinizi rüzgarın fısıltısına açıp ruhlarınızı deliliğin rengarenk enginliğinde eritmeye cesaret edemediğiniz için ellerinizle inşa edip leş kokulu tezek parçalarıyla sağlamlaştırdığınız kerpiç duvarların arasında çatır çutur sikişen siz biçarelerin cenabet torunları olan bizler! Keten pantolonlarımız var burada. Işıltılı makosenlerimiz, ütülü gömleklerimiz ve reçetelerimiz var. Bacak bacak üstüne atmış oturuyor, öfkeden bahsediyoruz. Özgürlükten. Tedavi yöntemlerinden. Kendimize hakim olabildiğimize inanıyoruz. Samimiyetle hem de. Dinamiğin ilahi prensiplerine, asansörlere, üst geçitlere, ana yasanın bilmem kaçıncı maddesine inanır gibi inanıyoruz. Parmaklarımızı benden tarafa uzatıp bir arada yaşayabilmek için diyoruz. Yutkunuyoruz. Sırıtıyoruz. Buradan çıktıktan sonra diye devam ediyoruz. Kaldırım taşlarından yayılan soğukluğu hissedebiliyor, birbirimizi incitebiliyor, hesap cüzdanlarımızı işletip önümüze bırakılan bir takım kağıt parçalarına karalanmış işaretlerin ne manaya geldiğini çözebiliyoruz ya. Tırnaklarımızı kesip ağaç diplerine işeyebiliyoruz ya. Bu kadarı yetiyor bize, aldanmak için var olduğumuza dair efsuna.
Terk edildiniz. Çölü geçerken tanrınızı yitirdiniz. Tanrınızla beraber öfkenizi, renginizi, sesinizi, nefesinizi yitirdiniz. Varlığınızı yitirdiniz. Yolda yitirdiğinizi yolda aramanız gerekirken oturup beklemeyi seçtiniz. Göremediniz. Görebilseydiniz ihtiyar inekler gibi geviş getirmek yerine gider ateşe verirdiniz kendinizi hiçliğinizi kanıtlayabilmek uğruna. Görebilseydiniz konut kredisi taksitlerinden, seçim sonuçlarından, albüm satışlarından, bireysel emeklilik poliçelerinden ya da kamu personeli seçme sınavlarından başka bir şeylere takılıyor olurduk. Görebilseydiniz birbirimizi düzmek için tılsımlar dokumaktan vaz geçerdik. Görebilseydiniz küstahlığı bir kenara bırakıp yerlere kapanır, özgürlükten bahseden öyküler okumaktan vaz geçer, ünvanlarımızdan, kıyafetlerimizden, pörsümekle yazgılanmış derilerimizden kurtulmamızı sağlayacak kadar usta bir kasap aramaya başlardık. Güzelce temizlesin diye bizi. Çengellere assın. Kanımızı akıtsın, çeksin nefesimizi. Tüm parmak izlerinden arınalım isterdik. Lekelerden, çürüklerden, binlerce senedir ruhumuza işleyen işaretlerden arınalım. Öyle bir kasap bulalım ki ilk günkü gibi çırılçıplak kalalım.
(daha&helliip;)